Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Stephan J. Carter

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Stephan J. Cartér
Muggle'sınız lütfen rütbenizi bir an önce belirleyiniz.
Muggle'sınız lütfen rütbenizi bir an önce belirleyiniz.
Stephan J. Cartér


Mesaj Sayısı : 1
Sihirsel Soy : Melez
En Belirgin Özellik : Sinsilik
Rpg Puanı :
Stephan J. Carter Left_bar_bleue81 / 10081 / 100Stephan J. Carter Right_bar_bleue
Düello Gücü :
Stephan J. Carter Left_bar_bleue41 / 10041 / 100Stephan J. Carter Right_bar_bleue

Stephan J. Carter Empty
MesajKonu: Stephan J. Carter   Stephan J. Carter Icon_minitimeC.tesi Eyl. 03, 2011 12:47 pm

Spoiler:


Milyonlarca yıl önce, Hades, Poseidon ve Zeus’un doğumlarından bile önce, Tanrı Kronos’un hüküm sürdüğü o dönemlerde geçiyordu anlatılan efsaneler. Bu zalim hükümdarın düşüşünü anlatıyordu efsaneler… Böylesine kudretli bir titanın, tırpanıyla parçaladığı babasının hayalarından evrenin tek hükümdarı rütbesini alabileceği kimin aklına gelebilirdi ki? Karısı, Yüce Rheia’nın doğurduğu çocukları kız-erkek ayırt etmeden yiyen bir titandan ne beklenebilirdi ki? Ama evrenin, ondan başka inanabilecek kimsesi kalmamıştı. Rheia, zalim hükümdarın kötü emelleri yüzünden, Zeus’a hamileyken Uranüs ve Toprak Ana’nın yardımlarıyla Lyktos mağarasına sığınmasıyla birlikte, Kronos’un kötü bir sonla yazılan kaderi belli olmaya başlamıştı. Zeus, Kronos’a açtığı o destansı savaşta, tüm evren bir kez daha nefesini tutmuş, bu zalim kralın düşüşünü bekliyordu. Kronos için yazılan kader tam olarak gerçekleşmişti. Kendi tırpanıyla parçalara ayrılmış, sonsuz olduğuna ve içinde hiç bitmeyen, ölümsüz bir güç olduğuna inanılan devasa bir çukur olan, Tartarus denilen yere atılmıştı. Kronos’un ölümsüz olduğunu bilinse de, bunu fazla büyütmediler. Tanrıların “çağı” başlamış oldu böylece. Ama kimse Tartarus’un derinliklerindeki o hükümdarın, kendi oğlu Zeus’tan öç almak amacıyla yaptığı planların kusursuzluğunu tahmin bile edemezdi. Bundan milyonlarca yıl sonra bile bu planlarını uygulamakta olduğunu hiçbir insanoğlu anlamamış ve bu gerçeği reddetmişti…

Şimdi ise, bir at adam olan Kheiron’un emriyle, yeraltının zifiri karanlığında, siyah mermerlerle kaplanmış, Tartarus’a açılan bir yolda ilerliyordu. Sonsuz çukur diye anılan bu yere gitmeye hazırlanırken, aklına bu efsaneler gelmiyor değildi. Evet, her ne kadar itiraf etmesi zor olsa da sıradaki görevi Tartarus’a gitmekti. Orada ne yapacağını bilmiyordu. Sadece ona öyle söylenmişti her zamanki gibi. Kheiron’un bu konudaki sinir bozucu (!) yeteneğini de unutmamak lazımdı tabii. Aklı fazlasıyla bulanık olmasına rağmen, bu görevin çok zor olacağının farkındaydı. Tartarus… Yeraltına birkaç kez daha inmişti lakin Tartarus’a nedense (!) hiç uğrayamamıştı. Görevinin ne olacağını merak ediyordu; cehennemin dibine girerek, kendisine bir şey kazandırabileceğini pek sanmamasına rağmen, ona verilen görevi yapacaktı. Bu konuda kendini güveniyordu işte. Eduard, genellikle pes edebilecek biri değildi. Bunlardan daha çok acı çekmişti o; şimdi ise dönüp baktığında ise o acıların hala izi kaldığını anlayabiliyordu… Yanındaki süzülen şekillere fazla aldırış etmemeye çalışıyordu; yani daha önce saydam insanlar görmüştü sanırım. (!) Cesareti neredeydi? Derin bir nefes alarak ilerlemeye devam etti. Eh, ne yapsın? Ruhlara acı çektirmeyi seviyordu. Tahminleriyle, Hades ve Persephone’nin oyunu olacaktı. Eh, ölüler tanrısının oyununun da ona pek fazla yarar sağlamayacağını biliyordu. Zihninde yeni oluşmaya başlayan, lakin fazla aldırış etmediği, ürpertici fısıltılar artmaya devam ediyordu. Hayır, bunların canlı bir varlığa ait olduklarını söyleyemezdi lakin ruhlarında değildi. İçinde saf kötülük olan bu fısıltılardan hiçbir anlam çıkaramasa da, Tartarus’a inen yoldan ilerlerken bunun normal olabileceğini tahmin edebiliyordu. Etrafın meşalelerle aydınlatılmış olması sayesinde birazda olsa cesaretini toplayabiliyordu. Pürüzlü ve oldukça eski görünen duvarlara yerleştirilmiş, meşaleler, bulunduğu yere loş bir görüntü katmıştı. Her ne kadar hoş olmasa da yine de etrafını görebildiği için şükretmeliydi. Bu görev sırasında güneşi ne kadar özleyeceğini düşünüyordu bir yandan da; Apollon’u özlemek böyle bir şey olsa gerekti. (!) Aklına aniden gelen düşünce, yanaklarından aşağı doğru süzülen bir yaş oluşturmuştu. Burası yeraltıydı… Ölüler Diyarı… Belki anne ve üvey babasını… Ah, bunu düşündüğüne bile inanamıyordu. Onlar geri gelmeyecekti bir daha… Neden bu kadar duygusaldı ki? Bunların üstünde fazla durmamaya çalışarak ilerlemeye devam etti. Biraz ilerideyse, onu bekleyen iki beden vardı. Tanrıçanın omzundan, beline kadar ulaşan sarının mükemmel tonlarıyla renklenmiş saçlarının büyüsüne kapılmıştı tabii; yüzünde herhangi bir makyaj olmamasına rağmen, o doğal güzelliği Eduard’ı kendinden geçirmeyi başarmıştı. Elbisesi ise, sağ omzundan başlayan ve elbisenin alt kısımlarına kadar süzülen, bu karanlıkta bile Eduard’ın tabiri ile kendi ışığını oluşturabilecek kadar güzellikte olan bembeyaz çiçeklerle süslenmişti. Tanrıçanın yüzüne her ne kadar ışık vurmasa da o muazzam güzelliğini ortaya çıkarıyordu. Tanrıçanın bedenin dolanmış kollara baktı. Sonrada, bütün ihtişamı ile karşısında dikilen Ölülerin Tanrısına. Tanrıçanın aksine, siyahlara bürünen Hades, tehdit edici bir şekilde ona bakıyordu. Çatık kaşları, onu görmekten pek memnun olmadığını anlatıyordu her ne kadar hoşuna gitmese de. Kızı Selene’yle yaşadıklarından sonra Ölüler Diyarında o kadar güzel ağırlanmayacağını biliyordu. “Ölüler Diyarı kral ve kraliçeleri… Görevimin ne olduğunu anlatmanızı sabırsızlık içinde beklemekteyim.” İki kutsal varlığın karşısında eğildikten sonra sarf etmişti bu sözleri. Lakin Hades’in çatık kaşlarının hedefi olmaktan kurtulamamış olmasına rağmen, Tanrıçayı etkilemeyi başarabilmişti. Hades’in yapılı kollarından sıyrılıp ona doğru ilerlemeye başlaması Eduard’ın yüzündeki tebessümün daha çok büyümesine neden olmuştu. Tanrıçanın yeşil gözlerindeki ışıltının fazlasıyla olumlu olduğunu görebiliyordu. “Hephaistos oğlu, bu görevin seni zorlayacağını söyleyebilirim. Yapman gereken tek şey, içinde hiç uyumayan, sonsuz bir kötülüğün var olduğuna inanılan Tartarus’tan aşığa hiçbir destek almadan aşağı sarkıtılman. Sana tek bir önerim olacak Eduard Ryan. Yolunu bulmak için imkânsızların peşinden koşma; yoksa bunların bedelini ödeyen sadece sen olursun. Görevinde başarılar.” Aniden oluşan ve görme yeteneğini tamamıyla körelten, ilahi karanlık sonlanınca kendini çok daha farklı bir mekânda buldu. Mekânı aydınlatacak hiçbir meşale olmamasına rağmen, biraz ilerisindeki devasa tünelden, gözüne az çok ulaşabilen ışık, etrafı aydınlatma görevini oldukça iyi yapıyor gibiydi. Etrafına baktı; ilk dikkatini çeken devasa ve sonsuz olduğu söylenilen Tartarus’un derinliklerine doğru sarkan bir halattı. Eduard’ı asıl korkutan şey ise halatın inceliğiydi. Tamam, kampta halatla tırmanma gibi birçok etkinlik yapmıştı lakin hiç bu kadar ince ve tarih öncesine aitmiş gibi görünen bir halat görmemişti. Cesaretin nerede Eduard? Buraya yüzlerce melez arasından, en iyisi olduğun için seçildin. Korkak bir sefil olduğun için değil. Düşünceleri her ne kadar doğruda olsa içindeki o korkuyu yok edemiyordu hala. Biçare halata bakarken, aklında doğmaya başlayan soruların yalnızca birkaçını cevaplandırabilmişti. Birazdan yapacağı işin ise çılgınlık olduğunu biliyordu. Elindeki azıcık bir bilgiyle ne yapabilirdi ki? Eğer devam ederse, güneşini bir daha asla bulamayacağından korkuyordu; o bedenini saran sıcaklığın özlemi ile yaşayacağından korkuyordu işte her şeyden çok. Bu yarışmada ölüm olmadığını biliyordu lakin artık Tartarus’un önünde öylece dikilmişken aklına bunlardan başka şeylerde gelmiyordu. Kulağındaki artan fısıltılar onu korkutmaktan çok ilgisini çekiyordu aslında; nedenini tam olarak bilemiyordu lakin sanki onu bir şey Tartarus’a çekiyordu… Elleri, oldukça aşınmış olan halatı kavradı. Bir yandan da kendini motive etmeye çalışıyordu. İşte gerçekten buna ihtiyacı olacaktı. Pes etmenin sırası değil Eduard.


İlk defa Tanrıçanın sözlerini düşünüyordu. Yolunu bulmak için imkânsızların peşinden koşma; yoksa bunların bedelini ödeyen sadece sen olursun… Bunlar ne anlama geliyordu şimdi? İmkânsızlıklar… Normalde tanrıların dediklerine inanmamasına rağmen Persephone onu baştan çıkarmıştı. Belki de bu yüzden Tanrıçanın sözleri sürekli olarak zihninde yankılanıyordu. Eli var gücüyle halat asılmış, mağaraya benzeyen pürüzlü duvarların arasından süzülüyordu. Halat, elini kesmesine rağmen bunda bir rahatsızlık duymuyordu. Genellikle fiziksel acılara alışıktı. Daha ne kadar devam edeceği hakkında hiçbir fikri olmasa da asla pes etmeyecekti. Artık içinde bir umut oluşmaya başlıyordu. Nasıl bir umut muydu? Tabii ki de Tanrılar Oyununu kazanabilme umudu. Evet, böyle bir şansı vardı. Birçok kişi onu destekliyordu. Ona gerçekten inanıyorlardı. İşte bunlarda içindeki hırsı tetikliyor ve bir umudun oluşmasını sağlıyordu. Eski anılarını hatırlayınca yüzünde küçük bir tebessüm oluşmuştu; hayatının en güzel günleri olsa gerekti…

“Anne, sence ben normal miyim?” Bundan yaklaşık on yıl önceydi. Yani daha Kaliforniya’ya taşınmadan önce… Hayatlarının en mutlu günlerini yaşıyordu o zamanlar. Evlerinin özel olarak sadece bir küçük avlusu vardı buna rağmen Eduard için bir cennetti adeta. Avluya sızan güneş, etraftaki çimenleri sarartmış, arasından sızan çiçekler ise bu mutlu bir şekilde güneşe doğru uzanmışlardı. Eduard, bunlara rağmen bakışlarını karşısındaki kahverengi gözlere dikti. Kaşlarını çatmıştı; ilk defa gerçek kimliğini sorguluyordu. Annesinin yüzünde ise küçük bir tebessüm oluştu. Sarımsı saçlarını arkaya atarak Eduard’a baktı. “Ah, Eduard. Bizi diğerlerinden ayıran farklar olacaktır tabii. Ama bu farkları da normallik veya anormallikle yorumlayamazsın.” Annesinin kollarının bedenini sardığını hissedebiliyordu. Dediklerinden her ne kadar bir şey anlamasa da yine de mutluydu; hiç olmazsa annesi yanındaydı. O olmazsa ne yapacağını bilemiyordu. Korkunç bir hayat olmalıydı. Onu saran kolların uzaklaştığını gördü; bu sefer elleri boynundaki kolyeye doğru gitmişti. Güneşin vurması ile birlikte parlayan altın, kalp şeklindeki kolyeyi boynundan ayırdı. Elinin kolyenin pürüzsüz yüzeyiyle temas ettiğini hissedebiliyordu. Ellerinin içine tutsak etmişti kolyeyi; yavaşça kapağını araladı. Ortaya çıkan görüntü, yüzünde küçük bir tebessümün oluşmasını sağladı. Kahverengi gözleri, sarımsı bir renkte olan saçlarıyla örtünmüştü resimdeki bedenin. Gülümseyerek annesine baktı. Neden olduğunu bilmesede annesinde hiç görmemişti bu kolyeyi; Her ne kadar vermek istemesede elini karşısındaki bedene doğru uzattı. Annesinin bakışlarının kolyeye kenetlendiğini görebiliyordu; sanki bir şey anlatıyordu. Annesinin yüzüne yayılan ufak bir gülümsemeden sonra, elleri Eduard’ınkilere doğru gitti ve elini kapattı. Bunu ona mı veriyordu? Yani… Bu nasıl olabilirdi ki? –Genellikle Eduard’a bir süre koruması için bile eşyalar, -özellikle de pahalı!- verilmezdi sürekli kaybettiğinden. Eh, yani onun bir sorunu yoktu. Bunları hiperaktive bozukluğuna bağlıyordu nasıl olsa.– “Ben...” Doğrusunu söylemek gerekirse, ne diyeceği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Kahverengi gözlerin onun üstünde olduğunu bildiğine rağmen, bir şey demedi. Zaten diyecek bir şeyi de yoktu. Annesinin bakışları altında ezilmekten başka bir şey yapabileceğini pek sanmıyordu. “İnan bana Eduard, bunu senin almanı istiyorum. Artık, zamanın geldiği konusunda hem fikiriz sanırım…”

Cebinin ağırlaştığını fark etti. Kolyesini ne zaman oradan ayırmıştı ki zaten? İtiraf etmek zorda olsa o annesinden ona kalan tek şeydi! Dediklerini şimdi daha iyi anlayabiliyordu. Yani, saatlerce var gücüyle bir halata tutunup, sarkıtılması süresince düşünmek için oldukça fazla zamanı olmuştu. Ellerinin uyuştuğunu hissetti aniden. Daha ne kadar gücü kaldığı konusunda hiçbir fikri olmamasına rağmen, halatın elinden yavaşta olsa kaymaya başlaması, ona fazla zamanının kalmadığını hatırlatıyordu. “Bu lanet olası şey daha ne kadar sürecek?” Sivri kayalıkların arasından süzülürken delicesine haykırmıştı bu sözleri. Kimsenin onu işitemeyeceğini veya göremeyeceğini bilmesine rağmen, kulağına durmadan gelen fısıltılar bir türlü son bulmaksızın devam ediyordu. Tüm gücünün bitmesiyle Tartarus’un derinliklerine boylayacağı ihtimali aklında bir soru işareti oluşturmuştu. Yani, Tartarus’un nedense (!) ne kadar derin olabileceğini hiç düşünmemişti; belki de sonsuza kadar gidecekti bu halat! Ah, yine almıştı belayı başına. Tanrılar oyununa seçilmekten mutlu olup olmadığından emin olmamasına rağmen, oldukça farklı maceralara tanık olmuştu; örneğin daha önce hiçbir zaman Tartarus’tan sarkıtılmamıştı. Bunlar bir ilk olsa gerekti. Doğrusunu isterseniz, asla pişman olmamıştı. Yani, bu yarışmadan sonuncu olarak çıksa bile bir şeyler öğrendiğini söyleyebilirdi. Evet, bazı dersler çıkarmıştı. Örneğin, bir daha asla bir halatla Sonsuz Çukur’dan sarkıtılmak gibi bir düşüncesi yoktu. Ah, her neyse... Tüm gücünün tükendiğini hissetmeye başlamıştı. Ne kadar olduğunu tahmin bile etmek istemediği bir süre boyunca öylesine halata asılı durmak, itiraf etmesi gerekirse onu oldukça güçsüz bırakmıştı ve artık daha fazla dayanabileceğini sanmıyordu. Zihninde aniden beliren suretlerin, baskıları ile içinde oluşan savaşa tepki olarak bütün gücünü sıfırladı. Her şeyin öncesinde bu inanılmaz rahatlık veren bir duyguydu… İyicesine aşınmış halatın elini terk ettiğini her ne kadar istemesede görebiliyordu… Çok fazla ani olsa da, içinde yaşanan bütün baskı ve streslerden kurtulduğu için bir yana da mutluydu; kendini tüm duygulardan arınmış ve hiç olmadığı kadar mutlu hissediyor, etrafını tamamıyla saran rüzgâr kulaklarında uğulduyordu… Birkaç saniye sonra yüzüne iyice yayılan tebessüm silindi. Düşüyordu! Ölüm ile yaşam arasındaki o incecik çizgide olduğunu her ne kadar bilse de, bu yarışmada ölüm olmayacağını tahmin ediyordu. Yani benlikleriyle katılıyorlardı. Her şey ama her şey, o kadar gerçekçiydi ki… İşte, gerçek korku tam anlamıyla bedenini sarmaya başlamıştı. Gözlerini kapayarak kendisini bekleyen acıyı düşündü. Daha önce nasıl öleceğini hiç düşünmemişti… Aslında teknik olarak birazdan yaşayacakları ölüm olmayacaktı lakin Eduard’ın şuanda bunları düşünmek için pek zamanı bile yoktu. Aklındaki tek şey kurtulabilmekti. Lakin işler pek beklediği gibi gelişmemişti. Ölümü kavrayabilmiş ve sonunu korkuyla bekleyen bedeni taş bir zemine çarptı en sonunda... Konuşamıyor veya çığlık atamıyordu, hiç böyle bir şeyi beklemiyordu fakat bilinci onu terk etmeye başlamıştı…

Gelen seslere karşı olarak gözlerini araladı. Kendini hiç olmadığı kadar huzurlu hissediyordu; her şey bitmişti sanki onun için. Sonsuza kadar sürecek olan bu rüyadan kalkmak istemiyordu. İçine dolan huzur ve mutluluk karşısında ne yapabileceğini bilmiyordu tabii; Uzun zamandır böyle bir durumla karşılaşmamıştı doğal olarak. Tuhaf bir şekilde, yumuşak bir zeminde yatıyordu. İlk hissettiği ilk şey ise, bedeninde hiçbir giysinin olmamasıydı. Yalnız olduğunu bildiği için bir sorun yoktu onun için. Yüzüne ufak bir tebessüm yayılmıştı tekrardan; ölmek böyle bir duyguydu herhalde. İnanılmaz derecede rahatlık verici… İnsanların neden, ölmekten bu kadar korktuklarını anlayamıyordu. Gözlerin tamamen açtı en sonunda. Çıplak olmanın verdiği tuhaf duygudan sonra etrafına baktı; Bulunduğu mekân, simsiyah mermerlerle süslenmiş olmasına rağmen fazlasıyla aydınlıktı. - Ölüler Diyarının aydınlık olacağı kimin aklına gelebilirdi ki? – Etrafında, aldığı ışık sayesinde parlak bir görünüme fakat siyah oldukları için tuhaf görünüyordu. Doğrusunu isterseniz, burasının cennet ya da cehennem mi olduğunu anlayamıyordu. Gözlerini kapadı; Zihni olanları hatırlamaya çalışırken, bedeni ise etrafı dolaşıyordu… “Eduard…” Gelen sese karşılık gözlerini araladı. Yalnız olmadığını haber veren bu sesten rahatsız olmamıştı. Sinir bozucu bir şekilde tanıdıktı… İlerlemeye devam etti. Her ne kadar kendini sonsuz uzunlukta bir odada sansa da, gökyüzünde süzülen mavi bulutlar bunu yalanlıyordu. Burasının Ölüler Diyarı olmayacağını yenide olsa anlayabilmişti; ama bunlar onu halada korkutmuyordu. Çünkü hiç olmadığı kadar huzurlu ve bunu hiçbir şeyin bozamayacağını biliyordu. Sanki bedeni ve ruhu her şeyden arınmıştı. Biraz ilerideki nesne, Eduard’ın gülümsemesine neden olmuştu. Bembeyaz bir cübbe… Hızla giysiye doğru ilerledi. Hiç bu kadar giyinme isteği duyduğunu hatırlamıyordu. Sessizlik… Duydukları yalnızca buydu. Birde fazlasıyla aşina olduğu ses… Cübbeyi kavradı eli; birkaç saniye sonra, yani oldukça sade ve beyaz cübbeyi giydiği zaman, yaşadığı rahatlıktan sonra, ilerlemeye devam etti. Işığın gökyüzünden geldiğini görebiliyordu; yansıyan ışık Eduard’ın tam yüzüne ulaşıyordu. Yani… Şimdi o, bir hayalet miydi? İçindeki ses bunu yalanladı. Nedense kalbi, buna inanmayı seçiyordu. “Eduard…” Sese doğru yöneldi aniden; Sanki ilahi bir güç, bedenini kontrol altına almıştı. Bir anda karşısına çıkan bedene çevirdi bakışlarını. İlahi güzellikteydi sanki. Sarımsı sarı saçlarının arasına gizlenmiş parlak, beyaz bir toka ve Kahverengi gözlerinden, yanağına doğru süzülen bir yaş vardı. Gözleri Eduard’a kilitlenmişti. Bedeni, yarı saydam, beyaz bir elbisenin ardına gizlenmiş olsa da, yeterince belli oluyor ve bütün güzelliğini ortaya çıkartıyordu. Cildi bir an olsun, yıpranmamış ve solmamıştı. “Anne?!” Eduard, yanağına doğru süzülen bir yaşla, karşısındaki meleğe baktı. Ölüler Diyarında olduğu sürece bunu bu şekilde olacağını asla hayal etmemişti. Annesine bir daha kavuşabileceğini… Hiç düşünememişti. Bedenini saran kolları hissedebiliyordu. Hiç olmadığı kadar güvendeydi sanki. Bunlar bir rüya olmalıydı. İster istemez, yüzündeki tebessümü sonlandırdı. “Anne, biz şuan neredeyiz?” Onu sıkıca saran kollarından ayrıldı annesinin; annesi, yaklaşık bir yıl önce gitmişti. Bir daha da dönmeyecekti. Sandığı kişi değildi belki de. Ama ondan sonsuza kadar ayrılmak istemiyordu. Birlikte olabilirlerdi… “Ah, hiçbir fikrim yok Eduard.” Annesinin bu sözleriyle yüzüne tekrardan ufak bir tebessüm yayılmıştı. Her zaman, böyle kararsız olurdu. Onu gerçekten özlemişti. Fazlasıyla… Acı çekmişti. Onu tekrar görmek, onun ipek gibi tenine tekrar dokunabilmek için her şeyi verirdi. İşte beklediği andı… Annesi karşısındaydı… Kaşlarını çattı; aynı, on bir yıl önce, avluda olduğu gibi. “Sence ben ölü müyüm?” İtiraf etmese de bunu çok merak ediyordu; Bunu sorabilecek tek kişiydi belki annesi. Onunla tekrar kavuşabilmek Eduard için rüya gibi olsa da aklına takılan soruları sorabilecekte tek kişiydi annesi… “Eduard, kesinlikle sen ölü değilsin.” Yüzüne yayılan büyük bir gülümsemeden sonra devam etti, karşısındaki beyazlarla süslenmiş melek. “Canım, sonsuza kadar beraber olabiliriz.” Eduard’ın yüzündeki gittikçe büyülen tebessüm, annesinin ona elini uzatmasıyla sona ermişti. Zihninde Persephone’un sözleri yankılanıyordu… Yolunu bulmak için imkânsızların peşinden koşma; yoksa bunların bedelini ödeyen sadece sen olursun. Aniden aklına gelen bu sözler onda tereddüt oluşturmaya başlamıştı. Bir tarafı, annesine uzatmak istiyor elini, diğeriyse, hemen karşı çıkmak istiyordu. Eskiden her zaman annesiyle, sonsuza kadar beraber olmalarını dilerdi; Ama o ölmüştü. Persephone’un dediği şeyde buydu işte. Gözyaşlarına daha fazla engel olamıyordu, yanağına doğru süzülmesine rağmen konuşmaya başlıyordu. Bunu yaparken canının feci halde yanacağını biliyordu lakin… Ah! “Anne… Ben bunu yapamam. Sen öldün… Bir daha geri gelmeyeceksin.” Hıçkırıkları arasında, deli gibi haykırdıkları sözlerden sonra, cebindeki kolyeyi parçalar gibi çıkarıp, var gücüyle yere fırlattı. Evet… Canı acıyordu… Birden etrafını ilahi karanlık sarmaya başladı tekrardan…

Gözlerini araladığında kendini, gözyaşları arasında delicesine halata sarılırken bulmuştu. Bedenin yukarı doğru kalktığını, yani halatın çekildiğini hissedebiliyordu. Bunların hepsi bir rüya mıydı peki? Zihninde oluşan soru işaretleri, kafasını iyice karıştırmıştı. Tek eli var gücüyle, halata sarılmışken, diğer eli ise, cebinde olan altın kolyeyi, parçalanmış bir halde çıkarıyordu… “Tebrikler, Hephaistos oğlu. Üçüncü görevi başarıyla tamamladın.”
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Desiree R. Scandy
Beauxbatons V. Sınıf
 Beauxbatons V. Sınıf
Desiree R. Scandy


Mesaj Sayısı : 117
Gerçek İsim : Hande
Patronus : Hamster. Sihirsel Soy : Safkan.
Özel Yetenek : Veela.
En Belirgin Özellik : Cüretkar & zeki.
Rpg Puanı :
Stephan J. Carter Left_bar_bleue91 / 10091 / 100Stephan J. Carter Right_bar_bleue
Düello Gücü :
Stephan J. Carter Left_bar_bleue46 / 10046 / 100Stephan J. Carter Right_bar_bleue

Stephan J. Carter Empty
MesajKonu: Geri: Stephan J. Carter   Stephan J. Carter Icon_minitimeSalı Eyl. 13, 2011 2:59 pm

Betimleme: 30 / 25
Renk ve Paragraf Düzeni: 10 / 10
Uzunluk: 5 / 5
İmla Düzeni: 10 / 9
Anlatım: 30 / 22
Kurgu: 15 / 10

Role Play Puanınız; 81, tebrikler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Stephan J. Carter
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Esmeralda Ava Carter
» Felix Xavier Carter
» Felix Xavier Carter
» Mark Croom-Carter

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: Karakter İşlemleri :: Puan Belirleme-
Buraya geçin: